22 Haziran 2013 Cumartesi

Iron Man 3 - Demir Adam 3 Tanıtım Yazısı

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI


Orjinal Adı : Iron Man 3
Vizyon Tarihi : 3 Mayıs 2013
Süre : 131 Dakika
Yönetmen : Shane Black
Tür : Aksiyon - Bilim Kurgu
Ülke : ABD- ÇİN

FİLM ELEŞTİRİSİ

Hayal kırıklığı yaratan ikinci bölümden sonra Iron Man efsanesi ilk filmi başarılı kılan bütün elementleri geri getirerek tatmin eden bir süper kahraman mitolojisi yaratıyor. Iron Man 2 ve Cowboys and Aliens ile yaratıcılığının biraz kaybolduğunu gösteren Jon Favreau, akıllıca yazar ve yönetmen sorumluluklarını Lethal Weapon serisini yazıp belki de türü için fazla akıllı olduğu için para kazanmamış muazzam polisiye Kiss Kiss Bang Bang’i yönetmiş Shane Black’e bırakıyor.

Favreau’nun ilk filmde yaptığı gibi bu sefer Black’in Hollywood’un A-listi yönetmenlerinden biri olarak kendini kanıtlaması lazım. Belki de işte bu yüzden ilk filmden özlediğimiz enerji ve yaratıcılık, hikaye ve karakter odağı geri dönüyor. Iron Man 3, her başarılı süper kahraman filminin yaptığı gibi muhteşem özel efektleri sempati duyabileceğimiz karakterlerin gerçek zorluklarla başa çıkması etrafında oluşturarak Marvel’in Avengers’dan sonra ‘İkinci Safha’ adını verdiği yeni seriyi gerçek anlamıyla havai fişekler eşliğinde bir şölen olarak başlatıyor.

Filmin yeni kötü adamı açgözlü mucit Aldrich Killian’ın (Guy Pearce) yaptığı seçimlerin başlangıcını açıklayan, 1999’da geçen bir flashback’ten sonra (bu flashback’te ilk filmde kaybettiğimiz bir karakteri görmek sevindiriyor) son iki filmde fazla kendini beğenmiş bir hava takınan milyarder Tony Stark/Iron Man’in (Robert Downey Jr.) Avengers’da geçirdiği olaylardan sonra panik ataklardan yakındığını öğreniyoruz. Shane Black, ilk dakikadan Stark’ın egosunu bir kaç katman indiriyor.

Sonunda ilk filmin en sevdiğimiz tarafı bu kendini beğenmiş milyarderin kaçırılıp elinden herşey alındıktan sonra kendini yeniden bulması ve bu sayede kötü adamlara karşı savaşması değil miydi? Shane Black ve Drew Pearce’in senaryosu ilk perdede Stark’ın bütün hayatını alt üst ederek Iron Man zırhı olmadan, kendi mütevazi imkanları ile ülkesini ve sevdiği Pepper Potts’u (Gwyneth Paltrow) kurtarmak zorunda kalmasına odaklanıyor. El altında zırh kostümü olmayınca filmin ikinci perdesi Stark karakterini neden sevdiğimizi, olayın sadece karizma ve kendini bilmişlikten kaynaklanmadığını bir kere daha gösteriyor.

Stark’ın bu sefer korkması gereken çok sebep var. Multi-kültürel, acımasız terörist Mandarin (Ben Kingsley), biyolojik silah olarak kullandığı askerler ile dünyayı kontrolü altına almak üzeredir. Mandarin’in güçlerinin kaynağı ise Killian’ın Extremis kod adlı bir süper virüsüdür. Stark’ın tarafında ise süper aklı ve neredeyse kendisiyle aynı oranda kendini bilmiş velet Harley (Ty Simkins) vardır. Genelde sırf çocuk seyirciyi çekmek için yaratılmış izlenimi veren bu numaralar işe yaramaz ama bu sefer Downey Jr. ve bu çocuk oyuncu arasındaki kimya organik olarak gelişiyor ve bu yüzden affetmemek mümkün değil.

Açıkçası hikayenin nereye gittiğini tahmin etmek kolay olsa bile Mandarin hakkındaki bazı sürprizleri beklemiyordum. Ben Kingsley, kendisinden beklenen ani ton değişiminin mükemmel bir biçimde altından kalkıyor ve filmin en eğlenceli anlarını yaratıyor. Ancak bu kadar usta bir aktör iki tamamiyle değişik oyunculuk türünü aynı filmde eforsuzca bir araya getirebilirdi. Filmin yarısından sonra pek mantıklı olmazdı tabii ama Kingley’in bir kaç sahnede daha gösterilmesini isterdim açıkçası.

Shane Black’e özgün oynak espri anlayışı Iron Man 3’e bir tazelik aşılıyor. Kiss Kiss Bang Bang’in odaksız ve bile bile yalapşap anlatıcı sesini kullanan açılışı (bu anlatımın ilginç kaynağını öğrenmek için bitiş jeneriğini sonuna kadar izleyin) ve Stark’ın bir türlü çalışmayan zırh esprileri tipik Shane Black senaryo numaraları. Black’in kendine ait karizmatik ve rahat stili Stark’ın karakterine tam uyuyor.

Filmin problemleri var tabii, ama her süper kahraman fantezisinden bekliyoruz bazı konu anlamsızlıklarını. Bu problemlerin hepsi de Iron Man 3’ün belli bazı notaları doğru yerde çalmak zorunda kalmasından kaynaklanıyor. Mesela Stark’ın her daim eli altında bulunan bir yardımı son ana kadar bekletmesinde gördüğüm kadarıyla sırf bu kadar özel efektli çatışma sahnelerinin üçüncü perdeye ayrılması gerekmesi haricinde bir sebep düşünemiyorum.

Ayrıca bütün bu karakterleri Avengers ile biraraya getirmenin problemleri sırıtmaya başlıyor. Potts’un yaşamının tehlikede, Stark’ın ile çulsuz olduğu bir anda Nick Fury’ye yapılacak bir telefon konuşması çok yararlı olabilirdi. Hulk, Kaptan Amerika ve geri kalanlar nerede? Bu onların filmi değil gibi basit bir açıklama dışında bir cevap bulunabilirdi. Aynı problemler yavaş yavaş DC’nin Justice League filminden sonra da sırıtmaya başlayacak bence.

Iron Man 3, fazla aceleye getirilmiş izlenimi veren ve Stark’ı Stark yapan bir elementi çabucak elden atan sonu yüzünden ilk filmin başarısını yakalayamıyor. Fakat ikinci filmden çok çok daha iyi olduğu kesin.


Snitch - Muhbir Detaylı Bakış

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI


Orjinal Adı : Snitch
Vizyon Tarihi : 14 Haziran 2013
Süre : 112 Dakika
Yönetmen : Ric Roman Waugh
Tür : Aksiyon
Ülke : ABD - Birleşik Arap Emirlikleri

FİLM ELEŞTİRİSİ

Dwayne Johnson, beyazperdeye adım attığı ilk günden bu yana, testesteron yüklü vücuduyla doğru orantılı bir kariyer büyümesine erişmiştir. Emekliye ayrıldığı ve bir hayli popüler olduğu güreş dünyasında, spora veda ettikten sonra bile dünya çapında eşine az rastlanır bir hızla hayran sayısını günden güne arttırmaya devam eden, protein tozu bağımlısı bu aktör, aksiyon filmlerinde, Jean-Claude Van DammeSylvester StalloneArnold Schwarzenegger gibi kas ekollerinin yeni dönemdeki popüler ikonu. Sportif yetenekleri, atletik vücudu ve kendine özgü sevimliliği ile sinema dünyasında dur durak bilmeden yükselişini sürdürmekte olan Dwayne Johnson ve “adeleleri” Muhbir adlı bu aksiyon sineması örneğinde de başrolü paylaşıyorlar.

Uç nokta ticari Hollywood sinemasına has klişelerin birçoğunu bünyesinde barındıran Muhbir, “macerasever” izleyiciyi tatmin edecek bir çok unsura sahip olsa da Johnson’ın ne etinden ne de sütünden yeterince yararlanabilmiş gibi görünüyor. İster istemez “The Rock” namıyla maruf Dwayne’ın beyazperdede esip gürlemesini, yakıp yıkmasını bekleyen izleyicinin muhtemelen en büyük şaşkınlığı, karşılarında “kalıbının adamı olmayan” bir karakter ile yüzleşmek olacaktır. Filmde efsanevi The Rock, hayranlarının karşısına kaya gibi sert bir macera adamı değil, sümsük bir tüccar olarak John Matthews kılığında çıkıyor.

İlk şoku atlattıktan sonra izleyicinin vurdulu kırdılı filmlerin alameti farikası olan şiddet gösterisi beklentisi içerisine girmesini anlayışla karşılayabilirim. Zira Johnson’ın varlık sebebi bu. Sinemaya adım attığı ilk filminden bu yana hep “çapulcu” rollerde, yakıp yıkmakla, kırıp dökmekle, esip gürlemekle şöhret kazandı. Ama John Matthews, her ne kadar pisliğe bulaşacak olsa da kaslarının hakkını vermekten sürekli imtina ediyor. Üstelik metazori uyuşturucu işine bulaştığında dahi “iş arkadaşına” etik davranmayıp “işadamı” kimliğine yaraşır bir şekilde kata-kulli ile torbacılığı harmanlamaya çalışması John Matthews ile izleyicinin empati kurmasını zorlaştırıyor.

Filmde John’un “yancısı” rolünde Daniel James karakterini canlandıran  Jon Bernthal hakikaten iyi bir oyuncu. Kurguda eksik kalan “inandırıcılık” temasını etkili oyunculuğu ile diri tutmaya çalışıyor. Ancak bana kalırsa her ne kadar kısa bir rolü olsa da filmde “Müslüman eroin taciri” figürü Malik olarak karşımıza çıkan Michael K. Williams, olağanüstü bir sahicilikle filme narkotik bir derinlik ve tehditkar bir heyecan katma bağlamında en az Daniel James kadar pay sahibi (Her ne kadar filmde İslami tonlamaların tesbih-takke ikilisiyle vurgulanmaya çalışılması komik kaçsa da Malik sarkastik ve yerel uyuşturucu mafyası jargonuyla rolünün hakkını veriyor).

Thelma & Louise’in efsaneler-üstü baş kahramanı Susan Sarandon ise keşke kendini bu yapımda harcamasaydı demek istiyorum. Her ne kadar onu beyazperdede izlemek bir keyif olsa da Joanne Keeghan rolüyle canlandırdığı hırslı bürokrat karakterine yeterince gerçeklik duygusu kat(a)madığını üzülerek bildirmek zorundayım. Tabii bu noktada Amerikan sinemasında yaşı kırkı aşmış kadın oyunculara yaşam hakkı tanınmadığı yolunda bir itiraz gelebilir. İşte evet, tam da buna itiraz ediyorum! Susan Sarandon’ların etkileyici oyunculuklarını sergileyebilecekleri filmlerin çoğalmasını diliyor ve Hollywood ticari sinemasının hep daha gence hep daha güzele yatırım yapmasını eleştiriyorum. Nitekim; bir Hollywood yapımında araba patlamaz ise o filme aksiyon demem ben, diyenlerdenseniz üzülmeyin. Araba patlaması, kovalamaca sahneleri, çatışma ve silah gürlemeleri Muhbir’de gırla. Senaryoda tüccar kimliği sırıtan John Matthews, iş kamyon şöforlüğü ve tır sürücülüğüne gelince gayet uyumlu bir oyunculuk sergilemeye başlıyor ve oğlu için canını feda eden baba figürü biraz olsun anlam kazanmaya başlıyor. Sonuç itibariyle Muhbir, Dwayne Johnson’dan efsanevi bir kahraman bekleyenler için hayal kırıklığı ancak sinemada kuruyemiş eşliğinde vakit geçirmek isteyen serüvenciler için biçilmiş kaftan.



Star Trek : İnto The Darkness - Star Trek : Bilinmeze Doğru Detaylı İnceleme

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI



Orjinal Adı : Star Trek - Into The Darkness
Vizyon Tarihi : 7 Haziran 2013
Süre : 130 Dakika
Yönetmen : J.J Abrams
Tür : Bilim Kurgu - Aksiyon - Macera
Ülke : ABD


Bilinmeze Doğru Star Trek, eski usül Uzay Yolu ile nefes kesen blockbuster sineması arasında muazzam bir denge yakalayan mükemmel bir eğlencelik. Yönetmen J.J. Abrams, Uzay Yolu yaratıcısıGene Roddenberry’nin vizyonunu ayakta tutarken seriyi yeni bir jenerasyona uyarlamayı 2009 yapımı başarılı "reboot"tan bile daha ustalıkla beceriyor.

Tabii ki bu dedenizin Uzay Yolu değil, ama neden olsun ki? Enerjik ve aksiyon dolu yollarla yeni jenerasyonu Uzay Yolu mitolojisine çekmek için misyonunu fazlasıyla yerine getiriyor film.

2009 yapımı reboot Kaptan Kirk (Chris Pine), Spock (Zachary Quinto) ve Atılgan ekibinin orijin hikayesini sunarken alternatif bir Uzay Yolu zaman dilimi yaratıyordu. Deli Kaptan Nero’nun geçmişe dönüp zamanın akışını değiştirdiğinden beri Atılgan ekibinin orjinal diziye alternatif bir hikayesini takip ediyoruz.

Bu akıllı yaklaşım, yeni serinin yapımcılarına Uzay Yolu mitolojisine sadık kalırken kendi hikayelerini de yaratmaları için izin veriyor. Biraz düşünürsek her reboot yeniden başlattığı serinin dünyasında alternatif bir evren yaratıyor zaten bir bakıma. Batman & Robin’in Christopher Nolan’ın Kara Şövalye üçlemesi ile aynı evrende geçtiğine inanmak zor açıkçası.

Bu yaklaşımla yaratılan özgürlük, JJ Abrams ve ekibine kendi Uzay Yolu hikayelerini yaratmak için hayal güçlerine yardım ediyor. Bu alternatif zamanda Kirk ve Spock, düşman olarak tanışıyorlar ve Spock’un gezegeni Vulcan yok ediliyor. Diğer yandan Kaptan Kirk babasız büyüdüğü için daha asi bir kişiliğe sahip. Bu sayede Chris Pine, William Shatner’a oranla daha tutkulu bir karakter yaratabiliyor.

Reboot’un bu ikinci bölümü, orijinal Uzay Yolu’na göndermelerde bulunup aynı zamanda kendi hikayesini de yaratıyor. Bu bölüm, bir bakıma orijinal filmlerden birini yeniden çekmesine rağmen ferah bir yeniliğe sahip.

Aslına bakarsanız Uzay Yolu hayranları için filmin gizli tuttuğu bazı sırları açıklamamak amacıyla hangi orijinal seri bölümünü ve filmi yeniden çektiğini söylemek bile zor. Yine de bir sürü Trekker’ın artık sırrı çözdüğü bariz. Hatta filmin IMDB sayfasında bile bu gizli karakterin gerçek kimliği açıklanmış.

2009 edisyonunda olduğu gibi kinetik aksiyon, Yıldız Savaşları usülü ‘fizik üzeri eğlence’ stili, hızlı tempo ve lens parlamaları geri dönüyor. Abrams’ın yeni Yıldız Savaşları’nı yönetmek için seçilmesine şaşırmamalı. Buna rağmen ilk filmin orijin hikayesini aradan çıkardığı için ustalıkla elden geçirilmiş, daha klasik bir Uzay Yolu hikayesi izliyoruz.

Film, James Bond usülü bir jenerik öncesi aksiyon açılışı ile başlıyor. Atılgan ekibi gizli olarak primitif bir halkı volkanik bir patlamadan kurtarmaya çalışırken Kaptan Kirk, Spock’u kurtarmak için zor bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Fakat bu sırf aksiyon olsun diye beyinsiz bir açılış değil. Filmin temalarını muazzam bir biçimde aksiyonun içine sıkıştırıyor.

Bu noktadan sonra Kirk ve ekibi, John Harrison (Benedict Cumberbatch) isimli bir teröristin peşinden gidiyor. Harrison, federasyona olan saldırılarını o kadar abartıyor ki, Kirk 72 nükleer roketle Harrison’un yaşadığı ıssız bir gezegeni yok etmek için yola koyuluyor. Fakat zaman içinde Harrison’un gerçek kimliği ve roketlerin arkasındaki gizem açıldığında Kirk ve Spock, çok daha derin bir komplo içinde olduklarını görüyorlar.

Harrison’un orijinal karakteri abartı ama karizmatik bir aktör tarafından canlandırılmıştı. Cumberbatch’in hipnotik performansı ise karakterin orijinine sadık kalmasına rağmen egotizm yerine akıl gücüne odaklanan kurnaz bir avcı sanki. Tek küçük şikayetim Hintli olması gereken bu karakterin beyaz bir aktör tarafından canlandırılması.

Filmin ikinci perdesi neredeyse tamamen Atılgan’ın içinde geçerek klasik Uzay Yolu bölümlerini hatırlatıyor. Ekip, bu sayede iki değişik seyirciyi bir araya çekmeyi başarıyor. Abrams çoğu sahneyi eski Uzay Yolu’ndan bildiğimiz filozofik tartışmalar ile başlatarak genel seyircinin beklediği hızlı tempo aksiyon ve muazzam özel efektleri de sonradan sunuyor. Kirk ve Harrison’un bir gemiden diğerine yaptığı imkansız sıçrama sekansı bile bilet parasına değer.

Yeniden çektiği filmin unutulmaz bir sekansını değişik bir biçimde elden geçiren filmin, orijinal sekansın duygusallığını yakalaması etkileyici bir başarı. Bilinmeze Doğru Star Trek, şu ana kadar yılın en iyi blockbuster filmi.

< Now You See Me - Sihirbazlar Çetesi > İnceleme Yazısı

FİLMİN AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI




Orjinal Adı : Now You See Me
Vizyon Tarihi : 31 Mayıs 2013
Süre : 116 Dakika
Yönetmen : Louis Leterrier
Tür : Gerilim
Ülke : FRANSA - ABD


FİLM ELEŞTİRİSİ

Final aşaması olmasa yılın en iyilerinden...
2006’da sihirbazlık konulu iki film çekilmişti. Christopher Nolan’dan harikulade “The Prestige” ve Neil Burger’den durgun ama etkileyici “The Illusionist”. Bu iki film belki sinemada “sihirbazlar” furyasını başlatmadı ama kaliteli yapımlar olarak hafızalara kazındı.

Bu yıl da benzer bir durum var. Don Scardino’nun çektiği komedi soslu “The Incredible Burt Wonderstone” ile bu yazının konusu olan Louis Leterrier imzalı Sihirbazlar Çetesi/Now You See Me.

Nolan’ın filmine adını da veren “prestij” meselesi, “Sihirbazlar Çetesi”nin en büyük açmazı. Sihirbazlık gösterilerinde hileyi seyirciye yutturduktan sonraki final aşamasına “prestij” dendiğini öğrenmiştik. “Sihirbazlar Çetesi”nde ise her şey gayet akıcı biçimde ilerlerken, hatta seyirci zokayı çoktan yutmuşken “prestij” bölümü başlıyor ve her şey alt üst oluyor.

Bu, “Sihirbazlar Çetesi”ni kötü bir film yapmıyor. Sadece etkileyiciliğini azaltıyor. Filmin alacağı olumlu eleştirilerin tamamını yönetmen Leterrier’in hesabına yazabiliriz. Fransız yönetmen, filmini o kadar akıcı bir ritim duygusuyla çekmiş ki, farkına bile varmadan finale ilerliyoruz. Ama dedik ya, o sondaki “prestij” bölümü hem fazla zorlama, hem de seyircinin zekasını küçümseyen türden.

Bu noktayı, yine filmden bir söz ile açmaya çalışalım: “seyircinin ne olup bittiğini asla tam olarak bilmemesi hoşuna gider”. Burada duralım. Çünkü filmin sonunda bu bizim hoşumuza gitmiyor. “Sihirbazlar Çetesi” yapısı gereği kendini “sürpriz final” meselesine mahkum hissediyor. Ama finalde bunu yapmaya çalışırken o ana kadar kurduğu güzelim iskeleti paramparça ediyor.

Filmlerin kendi içinde tutarlı olanları sevilir. “Prestij” bölümü aksayınca film büyük yara alıyor. Ama dedik ya, bu bile filmi kötü yapamıyor.

Mahşerin dört atlısı misali seçilmiş dört yetenekli sihirbaz, “Göz” dedikleri, sadece en iyilerin kabul edildiği kulübe üye olabilmek için kendilerine verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyor.İki kurt oyuncudan Morgan Freeman onların sırlarını ifşa etmeye çalışan eski bir sihirbazı, Michael Caine ise gösterilerinin finansörünü oynuyor. Filmin temposunu elinde tutan isim ise çetenin peşindeki FBI ajanını oynayan Mark Ruffalo. Onun, sihirbazlar çetesinin peşinde oradan oraya savrulduğunu izledikçe sık sık gülümseyeceksiniz. “Inglorious Basterds”tan tanıdığımız Fransız aktris Melanie Laurent ise.. evet geldik filmin ikinci olmamışlığına. Aktrisin oynadığı Interpol ajanının zoraki duygusal denemeleri, filmin başarılı olamadığı diğer alan olan “romantizm” meselesini kaşıyor. Sanki ajanlar arası romantizm denemesinin bu filmde yeri yokmuş gibi.

Sihirbazlar Çetesi, aldığı bu iki yaraya rağmen akıcı temposu, seyirciyi kolayca tavlayabilecek karakterleri, başarılı mizah zamanlamalarıyla gayet eğlenceli 115 dakika vaat ediyor. Prestij bölümüne kadarki haliyle şu ana kadar yılın en iyilerinden biri bile diyebiliriz.

< Epic - Doğal Kahramanlar > Detaylı İnceleme

FİLM AFİŞİ



FİLMİN FRAGMANI




Orjinal Adı : Epic
Vizyon Tarihi : 31 Mayıs 2013
Süre : 102 Dakika
Yönetmen : Chris Wedge
Tür : Macera - Animasyon - Aile
Ülke : ABD


FİLM ELEŞTİRİSİ


Doğalsan kahraman da olabilirsin!
Animasyona biz büyükler arasında pek de iyi bakılmaz, yani dikkate alınmaz, çocuk işi, belki de deli işi bulunur! O yüzden animasyon sektörü kırk taklalar atarak bu işi herkesin seveceği, dikkate alacağı bir hale getirmeye çalışıyorlar ve bence bu konuda çok da başarılılar.

Doğal Kahramanları izlerken bu hikaye ‘film’ olarak çekilse nasıl olurdu diye hayal etmeye çalıştım,  günümüzde böyle şeyleri hayal etmek zor değil elbette ama animasyonun gerçeğe yakınlığı Doğal Kahramanlar’ın artılarından birisi.

Animasyonun güzel taraflarından biri günümüz dünyasıyla masal dünyasını güzel bir şekilde harman etmesinde. Filmi izlerken aklıma  Hiromasa Yonebayashi imzalı Aşırıcılar gelmedi değil. İnsanoğlunun kendisi dışında başka hayatların varlığına inanmadığı, yok saydığı gerçeği ve egosunu ne de güzel anlatmıştı Aşırıcılar. Tabii ‘yaprak adamlar’ dünyasıyla biraz da ormanların sevimli perisi Tinkerbell’i hatırlatmıyor değil! Tabii filmde Güliver’in Gezileri’ne de ulaşabilirsiniz büyümle ve küçülme meselelerinden dolayı ama filmde asıl gelmemiz gereken nokta doğaya saygı, sevgi ve onun ritmine insanoğlunu uydurma çabası.

Film genel bir orman görüntüsüyle açılıyor ve gerçekten de kusursuz bir gerçeklik hissi sunuyor. Oradan hikayenin içine süzülüyoruz. Ormanda yaşayan ‘tanımlanamaz varlıklar’, onların peşinde ömrünü heba etmiş bir adam ve babasının aykırı dünyasına adım atmak zorunda kalan Mary Katherine. Tabii ona kısa M.K. diyeceğiz!

M.K. babasının her yere kamera yerleştirilmiş, doğal, dağınık ve takıntılı dünyasına adım attığı anda bunalıyor çünkü ona göre ormanda hayvanlar ve bitkiler dışında başka varlıklar yok. Ama o sırada ormanın derinliklerinde yaprak adamların hayatında önemli ritüel olmak üzeredir! Kraliçe bir vâris belirlemek durumundadır ve bunu kötüler engel olmadan yapmaya çalışmalıdır. Yoksa ellerindeki yemyeşil, capcanlı doğa yok olacaktır.

Filmin gelişme hikayesi iyiler ve kötüler arasındaki savaştan ilham alıyor. Bir taraf doğayı korumaya çalışırken diğer taraf o güzelim dünyayı yok etmeye çalışıyor. İnançsız M.K. tesadüfen, küçülerek bu dünyanın içine düşüyor ve yeşil orman dünyasının korunması için yaprak adamlarla birlikte kötülere karşı savaşıyor!

Ekibin Buz Devri ve Rio’nun yaratıcıları olmaları zaten teknik yeterlilik açısından bir sorun yaratmıyor. Doğal Kahramanlar’ın farkı daha fantastik olan öyküsüyle öne çıkıyor. Buz Devri tartışmasız çok başarılı, karakterler üzerinden giden bir anlatım sunuyor ama ne yazık ki mesaj olarak çok fazla şey vaat etmiyor. Bir süreci anlatmaya çalışıyor ama mesajdan çok eğlence vaat ediyor, Rio da öyle aslında. Ama burada her şey daha yerli yerine oturmuş vaziyette, karakterler, iyiler ve kötüler dünyası, gerçeklikten ödün vermeyen bir dünyanın içine yedirilmiş fantastik bir orman hayatı!

İnsanoğlunun dünyayı korumak için tek başına değil de, doğaya kulak vererek, ondan ilham alarak hareket etmesinin en doğrusu olduğunu anlatıyor ve bizi de buna inandırıyor. Köpek Bufo, Babası Profesör Bomba ve orman canlıları çok iyi resmedilmiş. Ayrıntılar iyi kotarılmış ve her iki dünyanın detayları özenle yerleştirilmiş animasyona. Tabii bir de orijinal dublajla, altyazıyla izleyince filmin değeri daha da arttı gözümüzde! Mutlaka önce çocuklar izlemeli ve doğanın yaşayan, soluk alan, kimi zaman hareket eden bir varlık olduğunu anlamalı! Tabii büyükler de aynı şekilde çevreci ve fantastik bir dünyayı tekrardan keşfe çıkmalı! Animasyonda yeni hikayeler patlatmanın her daim daha orijinal olduğunu düşünüyorum, tabii bir de iyiyse! Bu arada animasyonun yönetmeninin Scrat’a ses veren Chris Wedge olduğunu belirtelim. Bu bile filme sempati duymak için yeterli bence! İzleyin mutlaka!






< Hangover Part III - Felekten Bir Gece 3 > Tanıtım Yazısı

FİLM AFİŞİ



FİLMİN FRAGMANI



Orjinal Adı : The Hangover Part III
Vizyon Tarihi : 31 Mayıs 2013
Süre : 100 Dakika
Yönetmen : Todd Phillips
Tür : Komedi
Ülke : ABD


FİLM ELEŞTİRİSİ


İlk film gibisi yok!

2009 yılında vizyona giren Hangover, komedinin sınırlarını zorlarken baştan sona güldüren ve eğlendiren nadir bir başarıydı modern komedi türü için. Filmden önce akılda kalır bir komediye imza atmamış olan Todd Philips (Old School hayranları Amerika’da çoktur ama o filmin öneminin fazla abartıldığını düşünüyorum), seyirciye de, eleştirmenlere de hoş bir sürpriz sunmuştu.

Tabii ki filmin fazla tanınmayan oyuncu kadrosunun da kanıtlaması gereken çok şey olduğu için olabilecek en orijinal ve enerjik performansları sergilemişti Bradley Cooper, Ed Helms ve Zach Galafianakis. Aradan Planes, Trains and Automobiles’in zevksiz bir yeniden çekimi olan Due Date’i çıkaran Philips, Hangover 2 ile ilk filmin bayat bir Bangkok versiyonunu sunmuştu.

Şimdi ise Hangover 3, daha orijinal bir fikir ile salonlara gelmesine rağmen rastgele popüler kültür referansları ve Philips’in bariz olarak aksiyon yönetmeni olmaya uğraşması yüzünden türe gereksiz oranda şiddet ile dolu, tatsız bir ‘son bölüm’ geliyor. İlk Hangover’ı bağrımıza basıp bu ekipten artık başka eli yüzü düzgün bir film gelmeyeceğini kabul etmek lazımdı belki.

Philips, ikinci ve üçüncü filmin senaryosunu yazar ortağı Craig Mazin ile yazmış. Belki orijinal Hangover’ın yazarları Jon Lucas ve Scott Moore devam filmlerini de yazsaymış seri aynı kalitede devam edebilirmiş. Fakat Lucas ve Moore da Hangover’dan sonra başarılı olamadılar. İlk olarak 2011 yılının belki de en kötü filmi The Change-Up’ı yazdılar, sonradan bir türlü saygı göremeyen 21 and Over’ı yönettiler. Yani ortada zaten pek ümit yoktu gibi.

Hangover 3, bir sürü devam filminin yaptığı hatayı yerine getirerek seyircinin en sevdiği karakterlere odaklanıp, o karakterleri olabildiğince abartıp birer karikatüre dönüştürüyor. Üçüncü film ile artık serinin Galafianakis’in canlandırdığı saftorik Alan ve psikopat Chow’a (Ken Jeong) ait olduğu belli oluyor. Seyirciye göre bu ikili abartı komedi stilleri ile serinin en popülerleri ve Philips seyirciye istediklerini vermek için elinden geleni yapıyor.

Bu yüzden "Wolfpack"in diğer iki elemanı, Cooper’ın Phil’i ve Helms’in Stu’su ekranda yer kaplamakla yetiniyor. Özellikle Bradley Cooper, otopilot performansı ile sanki ‘ben artık Oscar’lık adamım, bu tür komediler sarmaz beni’ diyor. Ed Helms’in bir türlü saygı görmeyen dişçisini ise filmden çıkarsanız pek bir fark edeceğini sanmıyorum. Bir sahnede Phil, ‘sen dişçi değilsin, doktorsun’ diyerek Stu’yu gaza getirmeye uğraşıyor ama senaryoda bu karaktere gerekli bir zaman verilmediği için havada kalıyor.

Bu sefer karakterlerimizin şuurlarını kaybedip önceki geceyi hatırlamaya uğraştıkları konu tekrarlanmıyor, ama yerini alışılagelmiş bir aksiyon-komedi konusu alıyor. John Goodman’ın canlandırdığı acımasız Marshall, Wolfpack’den Chow’u bulmalarını emrediyor, yoksa Doug’u (Justin Bartha) öldürecek. Bari bu sefer en azından Doug’a bir şans verilseydi de Stu veya Phil esir alınsaydı? Neyse, karakterlerimiz bir kere daha Hangover usülü biraraya gelip çılgın maceralar yaşıyorlar.

İlk filmde biraz aksiyon olmasına rağmen komedinin ön planda olduğu barizdi. Üçüncü film ile artık Philips’in bir aksiyon yönetmeni olmaya uğraştığı ortada. Filmin ustalıkla çekilmiş araba kovalamaca sahneleri gayet başarılı ama bir komediye oturmuyor. Esprilerin tümü ise Galafianakis ve Jeong’un omuzlarına atıldığında bu karakterler artık iyice rahatsız eden karikatürlere dönüştüğü için ağızda kötü bir tat bırakıyorlar. İlk filmde saf olmasına rağmen iyi kalpli olan Alan, artık kendini beğenmiş, dalga geçilmesi zor, ciddi akli problemlerden yakınan bir trajediye dönüşüyor.

Kanımca Hangover’a bir tek film olarak bakıp devamındaki ‘üçleme’ adı altında kurulan pazarlama stratejisini umursamamak lazım. Stu, Phil ve Alan’ı ilk Hangover’dan hatırlayalım artık, gerisi bizi bağlamasın.

< Monster University - Sevimli Canavarlar Üniversitesi > İnceleme ve Eleştiri

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI


Orjinal Adı : Monster University
Vizyon Tarihi : 21 Haziran 2013
Süre : 104 Dakika
Yönetmen : Dan Scanlon
Tür : Animasyon - Aile
Ülke : ABD


FİLM ELEŞTİRİSİ


Bir Pixar başarısı daha...
Pixar’ın RatatouilleWall-E ve Up gibi üç şaheseri peşpeşe sunduğu günlerin bir daha gelmeyeceği belli artık. Fakat tabii ki bu demek değil ki Pixar kaliteli animasyonlar sunmayı durdurdu. Oyuncak Hikayesi 3 belki de üçlemenin en iyi filmiydi. Brave, bütün kusurlarına rağmen baştan sona içten düşündüren ve eğlendiren feminist bir peri masalı idi. Bariz bir biçimde oyuncak satsın diye yaratılmış Arabalar 2 bile bence averaj animasyon filminden daha kaliteliydi.

Annemin dahi en favori filmi olan Monsters Inc’in üniversite temalı prequeli Sevimli Canavarlar Üniversitesi, Wall-E boyutlarında bir klasik olmayabilir, ama dayanılması zor derecede bir şirinliğe sahip. Karşımızda Revenge of The Nerds ve Animal House gibi 17 yaş sınırlı üniversite komedilerinin aile seyircisine uyarlanmış bir versiyonu var. Her sene Hollywood’un fabrikadan tükürdüğü tek boyutlu karakterlerin yerine hemen sempati duyabileceğimiz ve seveceğimiz bu sözde çocuk filmi karakterlerini tercih ederim açıkçası.

Pixar, Sevimli Canavarlar Üniversitesi’ni ilk sırada bir üniversite filmi, ikinci sırada bir çocuk filmi olarak yaratıyor ve bu bakımdan biraz risk alıyor. Bir saat ve elli dakikalık süresi ile bir animasyon için biraz fazla uzun belki. 2004 yapımı muazzam The Incredibles da neredeyse iki saat uzunluğundaydı. Bunun sebebi de tabii ki Incredibles’ın bir aile animasyonu gizi altında son on yılda görülmüş en eğlenceli casus filmini sunmasıydı. Sevimli Canavarlar Üniversitesi ise aynı şekilde taklit ettiği türün süresini benimsiyor.

Eğer geçmişte en az bir adet Amerikan üniversite filmi görmüşseniz, hikayeyi zaten biliyorsunuz: Popüler, kabadayı sporcu grup tarafından dalga geçilen bir grup inek, Amerikan üniversitelerine tipik ‘Yunan Oyunları’na katılarak kendilerini kanıtlamaya çalışır. Grubumuz bu yolda bencillik yerine takım çalışmasının önemini anlarlar. Bu seferki ineklerimiz, ilk filmden tanıdığımız Mike ve Sully tarafından eğitiliyor, bitirmesi bile çok zor olan ‘Korkutma Oyunları’nı kazanmak için. Derste kavga ettikleri için Korkutma Bölümü’nden atılan ikilinin bölüme geri dönmek için oyunlarda birinci gelmesi lazım. Bu oyunlar, her canavarın korkutma yeteneklerinin değişik bir tarafını sınıyor.

Filmin en sevdiğim özelliklerinden biri yazar-yönetmen Dan Scanlon’un türün klişeleri ile ironik bir yaklaşım ile dalga geçmek yerine bu klişeleri benimseyerek taze Pixar kalitesine yükseltmesi. Mike ve Sully’nin inek arkadaşları türün arketipleri: Yıllar sonra okula dönen orta yaşlı öğrenci, kirli hippi karakteri, dans etmeye bayılan parti canavarı ve kendine güvensizlikten yakınan ilk sınıf talebesi. Mike ve Sully, grubun beyni ve kası ama zaman içinde bir arada çalışmanın gücünü öğreniyorlar. Bu bir spoiler değil, çünkü arkadaşlıklarının nasıl sona erdiğini Monsters Inc’de biliyoruz. Fakat bu tipik konu ve yaklaşımın etrafında incelikle elden geçirilmiş karakter tasarımları, hem görsel hem de senaryo bakımından, ve Korkutma Oyunları’nın yaratıcılığı filmin kalitesini yükseltiyor. Yarışmacıların parlayan deniz kestanelerine benzeyen yaratıkların etrafında koştukları sekans yılın en heyecan verici aksiyon sahnelerinden biri. Pixar’dan bahsettiğimiz için elbette ki animasyon ve sanat dizaynı kusursuz. Randy Newman’ın enerjik müziği ise bu yapmaca üniversiteye yaşam aşılıyor. Sevimli Canavarlar Üniversitesi, zamansız bir klasik olmayabilir, ama sinema salonlarında eğlenmek için birebir.

< Man Of Steel > Detaylı İnceleme

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI



Orjinal Adı : Man Of Steel
Vizyon Tarihi : 14 Haziran 2013
Süresi : 140 Dakika
Yönetmen : Zack Synder
Tür : Aksiyon - Macera - Fantastik
Ülke : ABD



FİLM ELEŞTİRİSİ

Kripton’un son oğlu direniyor!
Çizgi romanlarda her şey mümkündür. Modern zaman şövalyeleri olarak adlandırabileceğimiz süper kahramanlar umut ve adalet dağıtırken her macerada yeniden sınanırlar. Tüm bunlara dayanma gücünü ise sahip oldukları toplumsal ahlak duygusundan alırlar. En azından bir zamanlar öyleydi. Çizgi romanın şiddet dozu arttı. Yeni nesil kahramanların öfke kontrol sorunları ayrıca tartışabilir ancak çizgi romanın altın çağındaki şövalye kahramanlar dağının tepesinde kırmızı pelerinli, mavi taytlı biri oturur; Superman!

Superman’i okumayan, bilmeyen yoktur. 1938’den bu yana, çizgi romanların dışında, animasyonlarda, TV dizilerinde ve 80’lerdeki 4 bölümlük sinema serisiyle tepemizde uçmaya devam ediyor. 2006’daki oldukça başarısız “Superman Dönüyor” macerası yüzünden seyirciler dahil herkes kırmızı pelerinlinin günümüz çizgi roman uyarlamaları için eskimiş bir fikir olduğuna inanmıştı. Batman’in bile fantastikten hızla uzaklaşarak polisiye köklerine döndüğü bir zamanda Superman animasyon ve çizgi roman sahası dışında dokunulmaması gereken bir masala dönüşmüş gibiydi.

Superman’i 2006’da uğurladığımız Yalnızlıklar Kalesi’nden (kutuplardaki gizli sığınağı) geri çağıran ise Dark Knight serisiyle çizgi roman uyarlamalarının yol haritasını değiştiren Christopher Nolan oldu. Nolan, filmi yönetmek yerine Watchmen’le gerçekçi ve etkileyici bir çizgi roman uyarlamasına imza atan Zack Snyder ile çalışmayı tercih etti. Nolan filmlerinin etkisini katlarca arttıran müzikleriyle Hans Zimmer de ekibe katılınca yeni bir Superman macerası için kollar sıvandı ancak ortada içini dışını bildiğimiz bir kahraman varken, seyirciye “şimdiye kadar hiç görmediğiniz bir macera” nasıl izletilebilirdi? Christopher Nolan ismi ve vadettikleri yüzünden aklımdaki soru şuydu; bu Superman filmi gerçekten öncekilere benzemiyor mu?

Nolan ve Snyder, Superman mitini yeniden yoğururken pek çok ekleme ve çıkarma yapıyorlar. Bu filmde izleyeceğimiz “Superman, General Zod’a karşı” çatışması aslında 1980 yapımı Superman II’de işlendi ve bence bu şimdiye kadar yapılmış en iyi Süpermen filmiydi. Zod’un azılı ve karizmatik bir ‘kötü’ olmasının dışında yönetmen LesterThe Godfather’ın yazarı Mario Puzo’nun elinden çıkma senaryoyu, içerdiği harika mizah duygusunu koruyarak çekmeyi başarmıştı.

İzleyeceğimiz yeni macerada ise Nolan’ın tercihi olduğu belli bir şekilde Superman’in yaşam hikayesi yeniden yazılıyor. Kripton artık insanlarının uçan yaratıklara binerek dolaştığı, Star Wars evreninden ödünç alınmış bir gezegen. Superman’in “gezegenin son umudu” olarak dünyaya yollanması ve General Zod’un buna dahil edilmesi de şimdiye kadarki ezberimizi bozuyor.

Gelelim Kriptonlu bebek Kal-El’in içinde olduğu uzay gemisini bulan ve onu evlat edinen Martha ve Jonathan Kent çiftine… Her ne kadar Kal-El süper güçlerle donatılmış olsa da, onun erdem sahibi bir şövalyeye dönüşmesine yol açan kişi Jonathan Kent’tir. Çok okumuş biri değildir ama gönül gözü açıktır ve Clark’ın duru bir akılla süper kahramanlık yapmasının en büyük sebebidir. Çizgi romandaki Superman’le filmlerde izlediğimiz arasındaki en büyük fark budur. Superman’in, Örümcek Adam ya da Batman gibi kahramanlardan farklı olarak morali hep yüksektir ve sürekli bir ahlak sorgulaması içine girmez. Bu onu biraz mankafalı bir kahraman olarak gösterse de aslında o 2. Dünya Savaşı gazisi basit bir vatanseverin ruh haline sahiptir.

Man of Steel’de izleyeceğiniz, Kevin Costner tarafından canlandırılan Jonathan Kent ise tam bir ukala! Ağzını açtığı zaman susmak bilmiyor ve bir Amerikan başkanı yetiştirme hevesi çok belli. Beni en çok rahatsız eden değişiklik de bu oldu. Bu karakterin Superman: All Seasons çizgi romanında çizilmiş hali korunmalıydı. Anne Martha Kent’e ise pek dokunulmamış ve Diane Lane bu role çok yakışmış. Henry Cavill ve Diane Lane dışındakiler içinse aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Amy Adams, dünya üzerinde Lois Lane’i canlandıracak son kişi, Michael Shannon da çok iyi oynamasına rağmen Terence Stamp’ın General Zod performansına yaklaşamıyor. Ayrıca oyuncuyu öne çıkarmak için Zod’un iki yardımcısı olan Ursa ve Non karakterleri iyice geriye çekilmiş.

Hikayede başka değişiklikler de var. Örneğin Yalnızlıklar Kalesi’nin Superman’in attığı ve arktik bölgeye düşen kristalden oluşması yerine Kripton’dan binlerce yıl önce gelmiş bir uzay gemisi olması, Jor-El’in bilincinin bir akıl gösterenden arka kollayıcıya dönüşmesi… Ayrıca bu yazıda pek çok kez Superman diye yazsam da filmde bu tanım sadece 1.5 kez geçiyor (birinde yarım söylendi). Kahramanı artık daha çok Clark ya da Kal-El adıyla hatırlıyoruz. Nolan, Superman isminin de modası geçmiş olduğunu düşünüyor olmalı. Tüm bu değişiklikler bize daha önce izlemediğimiz bir macera olduğu hissini güçlendirmek için yapılıyor elbette ancak gerçekten öyle mi?

Mitosa bu kadar müdahil olunmasına biraz içerledim ancak filmi iştahla izlemeye devam ettim elbette… Sonra iyice düşünüp karar verdiğim şu oldu; bu Nolan’ın tahrif ettiği bir Süpermen hikayesi ama çeken kişi sanki Zack Snyder değil de Roland Emmerich ya da Michael Bay… Yine dünyalıların üzerinde dev uzay gemileri, onların ışınlarıyla tarumar edilen Metropolis şehri ve gökdelenler arasında bir kapışma… Oluşan hasarı temizlemek için Transformers’dan sonra 1000,The Avengers’dan sonra 2000 hafriyat kamyonu gerektiyse bu filme 10.000 tanesi gerekecek! Hani neredeyse “şehri kurtarmasan da olurdu Süpermen!” diyesiniz geliyor.

Kendi adıma Nolan, Snyder ortaklığından daha derin, felsefik yanı güçlü bir Superman macerası bekliyordum ancak sanırım asıl metin buna uygun değil. O yüzden ikili bir yerden sonra aksiyon sever seyirciyi ödüllendirme çabasına girişmiş ve bunu başarmış. İzlediğim en görkemli filmlerden biri Man of Steel. Bu anlamda son Iron Man macerasından çok daha fazla keyif aldım. Henry Cavill, zırha dönüştürülmüş yeni kostümü ve peleriniyle harika görünüyor. Nihayet kaslı bir süper kahraman! Hans Zimmer’in müzikleri aksiyon anlarına büyük katkı sağlıyor. Her şey bir yana, bu macera 2006’daki gibi kahramanı unutturacak bir başarısızlık değil. Son Kriptonlu'nun yeni maceralarını, özellikle Doomsday’le olan kapışmasını izleyeceğim günü iple çekiyorum!

Not: Filmi IMAX ya da 3D izlemek için çok hevesli olmayın. Bu kadar hızlı aksiyonun baş ağrıtma potansiyeli yüzünden neredeyse hissedilmeyecek bir 3D duygusu hakim filme…

< Fast And Furious 6 - Hızlı Ve Öfkesli 6 > Detaylı İnceleme

FİLM AFİŞİ


FİLMİN FRAGMANI


Orjinal Adı : Fast And Furious 6
Vizyon Tarihi : 24 Mayıs 2013
Süresi : 130 Dakika
Yönetmen : Justin Lin
Tür : Aksiyon
Ülke : ABD



Film Eleştirisi


"God damn street racers!"
Hızlı arabalarla kaçan/kovalayan serseri ruhlu kahramanların filmlerine her zaman özel bir ilgim vardı. Çünkü 80'lerde ki video çılgınlığı sırasında video kiralayan dükkanlar bu tür filmlerle doluydu. GenellikleSmokey and the Bandit (1977) klonu olan bu filmlerde eğlence duygusu daha ön plandaydı ancak içerdiği tehlikeli dublör numaralarıyla kıymetlenen bu türün atası, oldukça ciddi bir yüz ifadesine sahip Kovalski'li unutulmaz Ölüm Noktası (Vanishing Point)(1972) olsa gerek.

Gişede beklenmedik bir başarı yakalayan ilk Hızlı ve Öfkeli (The Fast and the Furious) filmi kanunsuz araba yarışlarını zeka seviyesi yerlerde sürünen bir senaryoda da olsa daha kanunsuz bir noktaya ve şehre taşıyordu. Paul Walker'ın kötü oyunculuğuna rağmen Vin Diesel,'in karizmasıyla şahlanan film epey bir hasılat yapınca devam filmleri kaçınılmaz oldu ve şimdi 6. pit stop'dayız.

Bu defa önceki filmlerin unutulmayan karakterlerini bir araya topluyoruz. Zoraki bir toplanma bu çünkü artık herkes ununu elemiş, eleğini asmış. Para isteyen paraya, huzur isteyen huzura kavuşmuş ama başlarının belası federal ajan Dom (Vin Diesel) bu defa hepsine reddemeyecekleri bir teklif yapıyor ve eski filmlerin düşmanları yeni filmin ortakları oluveriyor. Amaç; Owen Shaw adındaki baş belası bir pisliği yakalamak ve Dom'un bu tehlikeli suçluyu yakalayabilmek için hızlı ve öfkelilerin yardıma ihtiyacı var.

Açıkçası yönetmen Justin LinHızlı ve Öfkeli: Tokyo Yarışı (The Fast and the Furious : Tokyo Drift) filmiyle ekibe dahil olduğundan beri aksiyon çıtasını yükseltmeyi başardı. Uzakdoğuluların sevdiği türden John Woo tarzı ateşli silahlar filmde en az arabalar kadar yer ediyor. Bu defa ortada yarış ya da sadece arabalarla yapılan kovalamacalar yok. Uçaklar, tanklar, hareket eden her şey aksiyonun içine giriyor ve tempoyu yorucu bir hızla arttırıyor. Hızlı ve Öfkeli'nin ilk filminin bahaneden polisiye hikayesinin aksine 6. film Tony Scott aksiyonlarını aratmayacak bir olay örgüsüne sahip.

Peki, görünürde daha karmaşık senaryo, amacı sinemada modifiye edilmiş arabaların nitrolu kaçışlarını izlemek isteyen seyirciye nasıl gelecek?

Bence yönetmenin yaklaşımı oldukça yerinde olmuş çünkü eski iskelet üzerinden seriyi tekrara kaçmadan devam ettirebilmek imkansız. Her yeni filmde bir şeyler eklemedikçe ağzı açık kola gibi gazı kaçacak bir şablon var ortada. Bir önceki filmin başarısı da yapımcı ekibi doğru yolda olduğuna inandırmış olmalı ki bu filmde iş iyice çığırından çıkmış! Tabii kendinizi bir Hızlı ve Öfkeli filminden çok Bond filmi izliyor gibi hissedebilirsiniz de... Özellikle finale yakın gerçekleşen tank vs. araba sekansı Paul Walker'ın oynadığı bir 007 macerasından koparılmış gibi!

Oyunculuklardan bahsetmek çok gerekli değil. Ekibin her üyesinin kendine ait bir karizması var ve saçlar, başlar, kılık kıyafet bu karizmaya hizmet ediyor. Paul Walker hala kötü oynuyor ama artık sırıtmıyor. Bu filmin asıl oyuncuları arabalar desem o da değil çünkü bir sahnede gördüğünüz canım araç bir sonraki sahnede pert! Hızlı ve Öfkeli 6'da çok ciddi dublörlük marifetleriyle yükselen bir macera izliyoruz. Aslında işin macera tarafına yıllardır izlediğimiz yüksek teknoloji içeren polisiye takip filmlerinden alışığız ancak işin arabalar kısmına geçtiğimizde serinin ruhu kendisini belli ediyor.

Hızlı ve Öfkeli 6, adından, afişinden kumaşını belli eden bir film, vaadi de o yönde... Festival takipçisi bir sinemasever olarak salona girerseniz hayal kırıklığınız büyük olacaktır ama filmi sadece 'oyalamak' amaçlı bir eğlence sineması örneği olduğunu kabul ederek izlerseniz sizi çok keyifli bir seyir bekliyor. Bir çizgi roman uyarlaması olmamasına rağmen çoğu ÇR uyarlamasından daha fazla 'comics' ruhuna sahip. Filmin özellikle gençler hedeflenerek yapılmış olduğunun altını çiziyorum. Hızlı arabalar, güzel kadınlar, büyük macera... Kim böyle bir teklife hayır diyebilir?